20070924

bokomaru - mona'mı nasıl yitireyazdım


“Benimle konuşmak daha kolay geliyor mu şimdi?” diye sordu Mona.
“Sanki bin yıldır tanışıyormuşuz gibi,” dedim. İçimden ağlamak geliyordu. “Seni seviyorum, Mona”
“Ben de seni seviyorum.” Basit, süssüz bir biçimde söylemişti bunu.
“Ne salakmış Frank!”
“Niye?”
“Seni bıraktığı için.”
“Beni sevmiyordu. Sırf “Baba” istiyor diye evlenecekti benimle. O başkasını seviyor.”
“Kimi?”
“İlium’da tanıdığı bir kadını.”
Bu mutlu kadın, Jack’in Maket Dükkanının sahibinin karısı olmalıydı. “Kendisi mi söyledi sana?”
“Bu akşam, beni seninle evlenmek üzere serbest bıraktığında.”
“Mona?”
“Evet?”
“Senin – senin hayatında da başkası var mı?”
Şaşırmıştı bu soruya. “Çok” dedi sonunda.
“Sevdiğin?”
“Herkesi seviyorum.”
“Be – beni – beni sevdiğin kadar mı?”
“Evet.” Bunun beni huzursuz edebileceği aklının köşesinden bile geçmiyordu.
Yerden kalktım, koltuklardan birine oturup çoraplarımı, pabuçlarımı giymeye başladım.
“Bu – hani şu – demin yaptığımızı da – her halde yapıyorsundur, değil mi – başkalarıyla da yani?”
“Boko-maru mu?”
“Boko-maru.”
“Tabii.”
“Bundan sonra benden başka kimseyle yapmanı istemiyorum,” dedim.
Gözlerine yaşlar doldu. Herkesle birlikte olmaya bayılıyordu; onu utandırmaya çalışmama öfkelenmişti.
“İnsanları mutlu ediyorum. Sevgi iyidir, kötü değil”
“Kocan olarak, bütün sevgini kendim için isteyeceğim.”
Giderek büyüyen gözlerle baktı bana. “Sin-vat’sın sen!” diye bağırdı. “Birisinin sevgisinin tümünü isteyen bir adam. Çok kötü bir şey bu!”
“İşin içine evlilik girdi mi, bence çok iyi bir şey. Hatta tek şey.”
Hâlâ yerdeydi ve ben, çoraplarımı pabuçlarımı giymiş, ayaktaydım. Kendimi çok uzun boylu hissediyordum, çok uzun boylu olmadığım halde; kendimi çok güçlü hissediyordum, çok güçlü olmadığım halde; ve kendi sesimin karşısında saygılı bir yabancı gibiydim. Yepyeni, madensi bir buyurganlık vardı sesimde.
Balyoz gibi konuşmaya devam ederken ne olduğunu –daha şimdiden ne olduğunu– kavramaya başlamıştım. Yönetmeye başlamıştım bile.
Mona’ya geldiğimden kısa bir süre sonra, şeref tribünündeki pilota dikey bir boko-maru yaptığını gördüğümü söyledim. “O pilotla bir daha görüşmeyeceksin,” dedim. “Adı ne?”
“Bilmiyorum bile,” diye fısıldadı. Yere bakıyordu şimdi.
“Peki, ya genç Philip Castle’la?”
“Boko-maru mu demek istiyorsun?”
“Boko-maru Moko-maru, hepsini demek istiyorum. Anladığım kadarıyla, birlikte büyümüşsünüz.”
“Evet”
“Bokonon ikinizin de hocasıydı, değil mi?”
“Evet” Anısı bile keyfini yerine getirmeye yetmişti.
“Bol bol boko-maru’lamışsınızdır o günlerde, değil mi?”
“Evet, evet!” dedi, mutlulukla.
“Onu da artık bir daha görmeyeceksin. Anlaşıldı mı?”
“Hayır”
“Hayır mı?”
“Bir sin-vat’la evlenemem” Ayağa kalktı. “Elveda”
“Elveda mı?” Yıkılmıştım.
“Bokonon bize herkesi aynı derecede sevmemenin çok kötü bir şey olduğunu söyler. Senin dinin ne der?”
“Benim – benim dinim yok ki”
“Benim var”
yöneticiliğim bitmişti. “Anlıyorum” dedim.
“Elveda, dinsiz adam.” Taştan merdivene doğru yürüdü.
“Mona…”
Durdu. “Evet?”
“İstesem, ben de senin dininden olabilir miyim?”
“Tabii”
“İstiyorum”
“İyi. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum,” diye iç çektim.

Hiç yorum yok: