20070929

insan beyninin bir numaralı sorunu,
herhangi bir sorunu birinci seçebilecek olmasıdır.



anlayamadığımız,
açılmayan kavanoz kapaklarının, çoğu kez tecavüz edilen bebeklerden daha önemli olduğudur
bir yudum daha, hayattan, biradan ve bil ki, bok'tan ötesi değil alacağın
ve topraktan ötesi değil varacağın
hayranlık duyduğumuz tüm o şeyler, olmak istediklerimiz
üst, alt, alt-üst olmuş kimliklerin gölgesinde hiçlenirken benlikler
koşuşturup duruyoruz işte,
aynalar ve boyalarla renklenen bedenleri güzel denen kadınlardan,
düğümlenmiş ayakkabı bağcıklarından,
sivrisinek ısırıklarından ya da
sevgilinin öpücüklerinden veya kokusundan
duvardaki lekelerden ve kafesler misali yüzüne kapanan davetlerinin ardından bakakalan aklında kurguğun düşlerden
daha gerçek değil
intiharlar

lanet, çığlık çığlığa ve alabildiğine gürültüsüyle orkestralar
ve geri kalan herkes o kadar sakin ki,
o kadar mutlu ve müşfik görünüyor ki göğüslerini ve kalçalarını incelerken,
tüm dehşet,
parçalanan bedenler ve dışlanan benlikler
benim hayal ürünüm heralde diyorum.

beni sevdiği söyleyen insanları düşünüyorum,
sevmek hakkında ne biliyorlar ki?
aşağılanma ve tecrit,
tüm hakettiğimiz bu,
kedilerin yanında
faydasızlık ve çirkinlik ve anlamsızlık
tüm hakettiğimiz bu
ayçiçeklerinin yanında
kölelik, itaat ve disiplin
karıncalara kıyasla
bok ediyoruz her şeyi kardeşim
ve senden
ve kendimden utanıyorum
bu kardeşlikten
türdeşlikten
sonuçta tüm bunların ardından
baskılı t-shirtler ve kan yakan otomobillerde aramaya devam edeceksin kurtuluşu

hiçbir şeyin anlamı yok evet
arkası yastıkla desteklenmiş ve ölsün diye
kendisine şarkılar ezberletilmiş gençlikten başka.

midemi bulandıran bir yığın insan ve meselesi

,

aptallıklarının farkında değiller
yaptıklarının ve daha çok isteyip yapamadıklarının saçmalığı konusunda en ufak bir fikirleri yok
kendilerine "öyle olması gerektiği" öğretildiği için öyle olmaya devam eden bir yığın insansı
"sen mi kurtaracaksın" dünyayı diyorlar
ben yanmazsam... diyen de var.

garip bir şekilde perde arkasından izlendiğimi hissediyorum
ve
öyle de olmalı
söylemediklerim bile, kendilerinden nefret ettiğimi söylemediklerim bile biliyorlar bir şekilde
korku nefesini duyan köpekler gibi biliyorlar,
gözleri bağlanıp duvarın önüne dizlenler gibi,
tek tek, hepsinden nasıl nefret ettiğimi
ve korkulan olacaktır bunu bilin
köpekler havlayacak, toprak sarsılacak ve gök hep gürleyecektir
ve etrafta yeterince "alışılacak" korku varken, lütfen
eklemeyin yenilerini

20070925

ikrar

hey duydunuz mu,

bir çocuktu daha can verdi
ah, durdunuz mu, dokunmayan yılanlardan
dokunulmazlardan
korktunuz mu

ne kadar kapatırsan kapat
ne kadar kaçarsan kaç ve
ne kadar saklanırsan da
aldığın her nefeste lekesi

20070924

6.7. Tahrik ve Erekte Olmak ve CIA, haa Bir de Gerçek


11.05.2005 16:57
Hatun-i garipiye


Bir şeyler bilinebilir mi Tarlos? Gerçeğin olduğuna mı inandırdılar bizi? Evrensel bilgiyi mi kendimize baz aldık? Dünya, güneş sisteminin bir gezegeni diye başlayan paragrafta sormuşsun, “tüm bunlardan nasıl emin olabilirsiniz?” diye. Dünyanın 24 saatte döndüğü öğretiliyor bize… ben hiç görmedim dünyayı dönerken, 24 saat ne peki? Zaman gerçek değil evet. Peki gerçek ne? Fiziksel anlamda ben gerçeğim evet. Ya duygular? Böyle düşününce bütün kavramların içi boşalıyor ve öleceğiz diyorum, peki ölüm gerçek mi?

Bana gerçek olduğunu düşündüğün bir şey söyle. Kelimelerine inanacak mıyım? Peki onlar gerçek mi? Işık yarı çapında evrene sahibiz… ışık ne? Gerçek mi? Peki, karanlık? Işık olmadan var et karanlığı ya da yok et. Karanlık gerçek değil diyelim mi o zaman? Karanlığın içinde de ışık yok mu ki? Peki gerçek olan hangisi?

Ha bir de, tahrik olmak ve erekte olmak arasındaki fark ne? Tahrik olmak hislerle mi ilgili? Erekte olmanın sonucu (mu) penisin kalkması yani. Böyle mi?

CIA’dan bahsediyorsun ve “ölmüş olsun diye ölüyor insanlar”. Günümüz sanatının CIA güdümlü olmasından yakınıyor sanat sever bir arkadaşım, yağlı boyadan akrilik boyaya kayma. Her şeyde varlar ve zararlı olduklarını biliyoruz. Peki ama kim bunlar? Ne bu gücün kaynağı? Ne istiyorlar bizden? Ne zamandır varlar? Ne?

6.8. Bölük Pörçük Bir Cevap


12.05.2005 03:53:54
tg.a


6.8.1. dünya’nın döndüğü bilgisi ve zaman nedir üzerine


“Dünya’nın 24 saatte döndüğünü öğretiyorlar bize” kadar sığ bir cümleyi yakıştıramadım size. Nereden dönüyor? Bakkala mı gitti kuzum? “24 saat ne” demişsiniz, ardından “zaman gerçek değil” diye bir çıkarsama. Oh my God açıkçası. Dünyanın, kendi ekseni (kutup noktalarını birleştiren doğrudan söz ediyoruz, sanal bir eksen, bir geoit’in ekseni işte) etrafında bir tam tur atması için geçen süreyi, 24 eşit parçaya bölüyoruz ve bu parçaların her birine bir saat diyoruz. Sonra bu 24 parçanın her birini 60 eşit parçaya bölüp bir dakika; 24x60 parçanın her birini tekrar 60’a bölüp bir saniye; bu 24x60x60 parçanın her birini 100’e bölüp bir mili saniye (bundan sonrası as ve üst katlar; fento, piko, nano, mikro, mili, santi, desi alt katlar; deka, kilo, mega, giga, tera … üst katlar vs.). Burada bahsettiğim ve sorduğunuz “24 saat ne?” sorusundaki saat, sadece bir birim. Ölçü birimi, zamanı ölçmek için kullandığımız bir birim o kadar. Yani, sizin bu birimden bi-haber olmanız, zaman’ın gerçekliğini zedeleyici bir kanıt teşkil etmez, gerçek olmadığını kanıtlamaya hiç yetmez. Derslerimize giren bir profesörün “Zaman nedir?” diye sorduğunu ve sınıftaki öğrencilerin bik biklemelerinden sonra, “zaman, yol bölü hızdır” dediğimi ve bunun prof. tarafından çok beğenildiğini söylemiştim size daha önce sanırım ve siz de, “daha iyi bir yanıt olabilirdi” demiştiniz yanlış hatırlamıyorsam. Şöyle diyelim o zaman, zaman, ilkin bir kelimedir, bir isim, bir varlığa ilişkin tüm diğer değişkenler sabit kaldığında (hız, yön, sıcaklık, basınç, kütle, hacim, şekil, renk ve aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek tüm parametrelerinden söz ediyorum) her hangi bir t1 anından, t2 anına değişen tek “şey”dir. Şimdi de, “an” diye bir kavram attık ortaya, bunu, zaman’ın değişiminin söz konusu olmadığı bir birim olarak kabul etmemizde şimdilik bir sakınca yok. Sanırım. Aslında, Einstein bey, bu konuda çok ilginç bir o kadar da sarsıcı bir fikir geliştirdi, Genel Görelilik. Zaman’ın, şu yukarıda saydığımız, varlığa ilişkin parametrelerden biri olduğunu ve bunun yanı sıra, tıpkı kütle, hacim ve öz kütlenin birbirine bağlı olması gibi, hız ve zamanın birbirine bağlı olduğunu ve yine kütle ile enerjinin birbirine dönüşebilirliğini ve bu gibi bir çok şey. Neyse, konumuz bu değilken bu kadar çok bahsetmemiz yersiz kaçabilir Görelilikten. Bu arada, Dünya’nın nasıl döndüğünü görmek istiyorsanız, zıplamaya başlayınız.

6.8.2. gerçek nedir üzerine


Gerçeğin olduğuna mı inandırdılar sizi? Bilemem, ama beni inandırmışlardı ve bir süre, sonra hakikatin ne olduğunu öğrendim ve bu sayede hakikatin olmadığını. Bu cümledeki ilk hakikatten kastım, hakikat’in kelime anlamı, ikincisi ise, bizim hakikat diye bildiğimiz şeylere ilişkin. Ne kadar göz varsa o kadar hakikat vardır, yani hakikat yoktur. Bu yüzden kendinize dayanak noktası olarak seçeceğiniz evrensel bilgi, sizi bir öncekinden daha derin bir yanılgıya sürüklemekten öteye gidemez. Çünkü evrensel bilgi sandığınız şey, sadece birkaç aklı bozuk gencin, gece uykularından uyanıp, başuçlarındaki defterlere aldıkları notlardan öte bir şey değildir. Gerçek ne? Gerçek. Gerçek. Gerçek. Ger-çek, işte karşına çıkan anlam kaymaları, birazda orasından çekiştir sonra adına “gerçek” deyiver ve sun insanlara. Kanacaklardır, bir kısmı en azından. Siz sevgili hanımım, fiziksel anlamda gerçeksiniz, ama bu biraz boş bir lakırdı gibi. Evet, fizik biliminin “var” demesi için gerekli özellikleri barındırıyorsunuz kendinizde, bir kütleniz var ve uzayda hacim kaplıyorsunuz. Ancak unutmayınız ki, şu haylaz bilimleri yaratanlar ve bu tanımları koyanlar, sizden daha gerçek değillerdi. Bu nedenle, kendilerine gerçek diyebilmek için biraz kıyak geçmiş olmaları varoluşa, muhtemel. Böyle sorarsanız, ölüm de gerçek hanımım, ziyadesiyle hem de, hatta yegane gerçektir ölüm diyebiliriz. Bilgeliktir, bilmektir, yitmektir.

6.8.3. gerçek ile ilgili gerçek bir anı


Tek haneli yaşlarımdaydım, sekiz ya da dokuz. Yeniliman’da iskelede denize giriyorduk. Suya atlayıp bir metre yükseklikten, iskeleye çıkıp, tekrar atlıyorduk. Üç beş velettik ve içimizden birinin küçük kardeşi vardı yanımızda, yüzme bilmiyor ama izliyordu bizi. Abisi içimizde en büyük olandı ve gösterisini yaptı, suya atladı ve iskelenin karşısına kadar yüzdü, geri geldi. İnanılmazdı, nereden baksan 200 metre. Etkilenmiştik ve diğerleri bunu denemek istediler, John bunun fazla delice olduğunu düşündüğünden olsa gerek, koşarak uzaklaştı, evine doğru, evi yakındı, hepimizin evi yakındı, köylerde evler pek uzakta olmazlar zaten. Herkes karşıya yüzmeye başlamıştı, ben atlayıp çıkıyordum. Şu ufaklık iskelenin kenarındaydı, ben yine sudan çıkarken “culp” diye bir ses duydum. Ufaklık yoktu. Bu gibi durumlarda, ufak bir çocuk denize düştüğünde, kahvehaneden en az yirmi kişi fırlar ve içlerinden bir ya da ikisi kıyafetleriyle suya atlayıp çocuğu sudan çıkarırdı. Ama bizi görmüşlerdi, sürekli suya atlayıp çıkıyorduk, kimse farkında değildi ufaklığın ölmek üzere olduğundan ve saniyeler geçiyordu, zaman nedir diye sormuştunuz sanırım. Etrafıma bakındım, seslenemiyordum, baktım, suya girip çıkan kafasını görebiliyordum ve atladım. Karanlıktı, sessiz, sakin, bedenime sarıldı, bir ağaca ya da annesine sarılır gibi. Bana tırmanıyordu evet, kelimenin tam anlamıyla tırmanıyordu ama o yükselmiyor ben alçalıyordum, tepkisizdim ve ayaklarım dibe deydi. Çok derin değildi zaten su ama beni ve üzerime oturmuş ufaklığın yarısını içine alacak kadar derindi ve çırpınmayı kesmişti, bacaklarını boynuma dolamış, ilahi bir dengeyle duruyordu orada, telefon tellerindeki kuşlar gibi, sirk cambazları gibi, kendisine hayatta kalmak öğretilmiş ve yüzme bilmediği için ölmek üzere olan ve son anda yanına gelen bana sarılmış dengede duran bir velet gibi. Bilmiyorum ne kadar zaman geçti, oradaydım ve son derece sakin, bir şeylerin yaklaştığını hissedebiliyordum ama ne olduğundan emin değildim. Bir balık olabilirdi pekala, bir ahtapot ya da tanrı veya altına işiyordu çocuk ve sıcak idrarın denizin içindeki dansıydı suratımda dolanan bilemiyorum. Hafifliyordum ve çocuk ağırlaşıyordu, ne kadar duracaktık öyle? Ciğerlerim ‘dama!’ dediğinde kaskatı kalmazdım herhalde, çökerdim ve o da ölecekti benimle. İntikamımı almış olacaktım belki de. Sonra ağırlaşmaya başladı, her şey. Ben, deniz, balıklar, kayalar, ayaklarım, kollarım, gözlerim her şey ama çocuk hafifliyordu ve birden bitti. Yok oldu. Çocuk yok oldu. Anlamsız bir şekilde yükselmeye başladım, parlak, gözlerimi açamıyordum, gece yükseliyordu, gündüz yükseliyordu, ben, yükseliyordum. Işık çok parlaktı ve sesler, gülüyordu birileri sanki, ağlıyordu ya da bağırıyordu. Kendimi toplayıp gözlerimi açtım, çocuk yanımdaydı, 60cm çapında bir kamyon lastiğine tutunmuş ağlıyordu, etrafıma bakındım, iskelede John vardı, bir şeyler söylüyordu ve suya atladı o da, lastiği ve lastiğe tutunan çocuğu hemen bitişikteki kayalara doğru çekiyordu, karaya çıktılar. Arkamı döndüm ve iskelenin öbür ucuna yüzmeye başladım. Bilmiyorum gerçek nedir, ne olduğunu bilmiyorum, olması gerekir mi onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, artık iskelenin karşısına yüzebildiğimdi ve tanrının, bir bardak sidik kadar yakınımda olduğu ve o gün belli olmuştu bir gün ermişlerden olacağım. Hâlâ olamadım o ayrı.

6.8.4. erkek metabolizmasına ilişkin kimi durumlar


Tahrik olmak, tahrik edilme halini ifade eder. Tahrik ise, fizikten öğrendiğimiz etki – tepki çiftinin etki kısmına denir. Tıpkı bisikletinizin pedalına bastığınızda pedal kolunun dişliyi, dişlinin zinciri, zincirin arka lastik dişli takımını ve arka lastiği tahrik etmesi gibi. Ereksiyon ise, başlı başına bir olaydır. Penis içerisindeki süngersi dokunun içindeki kan damarlarının kalınlaşması ve bu süngersi dokuya kan dolması vasıtasıyla, penisin cinsel ilişkiye hazır duruma getirilmesi halidir. Zira, vajina her ne kadar kaygan ve vıcık vıcık çamur kıvamında bir şey olsa da, içine girebilmek için, penisin belli bir sertliğe ulaşması gerekir. Benim, “tahrik ve erekte olmuştum” derken kastettiğim ise, sizin, gerek bedeniniz, gerek hareketleriniz, gerekse davranışınızın, beni cinsel anlamda tahrik etmek marifetiyle penisimi ereksiyon konumuna getirdiğidir. Yoksa bunlar başka başka şeyler evet ve bu konuya niçin takılıp kaldığınızı anlayabilmiş değilim, sanırım ziyadesiyle azdınız.

6.8.5. coca-cola cia usa shell fenomenleri üzerine


CIA hep vardı, hep olacak. Bizden bir şey istemiyorlar, doğrudan bizi istiyorlar. İnsanlardan bir çok yerde nefret edilir. Amerikalıların kendilerinden nefret edilmesinin sırf insan oldukları için çektikleri bir ceza olduğunu, bu cezadan şöyle ya da böyle muaf tutulmaları gerektiğini düşünmeleri ise bir enayiliktir ve bunu dile getirenlerin, Amerikalıları sevmedikleri düşünülüp onlardan nefret edilmesi ise geleneksel bir davranış biçimidir diyebiliriz. Amerikalılar, bu nefretten muaf olma yolu olarak güçlü olmayı kurmuşlar. Güçlü olmaya ve güçlü olabilmek için tek geçerli yol olan, güçlü olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Savaşlar, petrol, emperyalizm, üçüncü dünya ülkeleri, kredi kartları gibi laflar ise, sırf sizin gibi “az kalsın düşünmeye başlayacak” kimselerin kafalarını oyalamak için uydurulmuş illüzyonlardır. İşte CIA, tüm bu illüzyonları, nefret akımlarını, ne zaman nereye terörist eylem yapılacağını, hangi ülkede hani siyasi rejimin benimsenip hangi ekonomik sistemin uygulanacağını, hangi sosyal sınıfların olacağını, bu sınıfların ne işlerle uğraşıp ne düşüneceğini, nasıl bir eğitim alacağını, nerede savaş çıkacağını, boya üreticilerinin ellerindeki üretim fazlası renklere göre bu sene sonbahar-kış sezonunda hangi renklerin moda olacağını ve bu gibi daha yüzlerce şeyi planlayıp; silah, uyuşturucu, kozmetik (bknz. Kadınlar ve Tüketim), medikal alet edevat, petrol gibi temel kaynaklarından kazandığı paranın marifetiyle; televizyon, sinema, kitap, tiyatro, konserler, okullar, kilise, havra ve camiiler gibi kitle uyuşturma araçları vasıtasıyla dünyaya ve insana şekil veren Büyük Şirket (Ana Şirket, The Şirket)’in Amerika’ya konuşlanmış olan ve en göz önündeki koludur. Bu nedenle de, yani Büyük Şirket’in birkaç on yıl içinde açık edeceği felsefesine göre hep varolduğu için CIA’de hep vardı ve hep olacak. En geç 2120 yılında gerçekleşeceğini düşündüğüm tüm şey, televizyon’un bir anda ortadan kaldırılıp, tıpkı çarmıha gerilen İsa gibi bir dinin sembolü olacağı ve Din adamlarının (Yayıncılar) “Yüce Tanrımızın bizleri aydınlatması için gönderdiği Televizyon, 20.yy.’ın barbar ve ilkel insanlarınca anlaşılamamış ve bu insanlar televizyonu öldürmüşlerdir. Şimdi bizler, Tanrımızın karnı olan yol göstericimiz televizyon adına sizlere sesleniyoruz, barıştan uzak durun! Her gün 5lt Coca-Cola, 500ml Nescafe içmeyen bizden değildir vs…” diyecekler ve karşılarına geçmiş huşu içinde onları dinleyen kitle “Amin” diyerek colalarını kafalarına dikecekler, yok “Amin” demesinler, onun yerine “Marlboro” diyebilirler pekâla, ‘Philip Morris’ de olabilir yada en iyisi ‘Shell’ hem kelime anlamı itibariyle de uygun düşer ve sizin gibi marjinal gençler bu kalabalığa uzaktan bakıp, “abi insanlar ne kadar saf yaa, nasıl inanıyolar yani böyle şeylere di mi?” diyerek evlerine gidecek ve ense köklerindeki USB 3.0 soketine bilgisayarlarından çıkan kabloyu takıp, sessiz müzik çalar (evet o gün de benim gibi Türkçe hassası salaklar olacak, siz bula ‘SpmS’ diyeceksiniz ‘espiyemsi’ (Silent Personal Music Station))’ınızdan, son derece marjinal müzik yapan grupları dinleyeceksiniz, “virtual doors”, “mangamatrix”, “computer head” vs. neyse, bu bahsi kısa keseyim, ne de olsa yazmayı planladığım bir roman bu, bitince imzalı bir kopyasını yollarım size, arkadaşlarınıza hava atarsınız.

Saygılarımla.

Açıklayayım.

Gezegenimiz, Dünya, Güneş Sisteminin bir gezegeni. Samanyolu galaksisindeyiz, Samanyolu ise Yerel Grup denilen bir yıldızlar grubuna ait. Bu Yerel Grup Süper Kümenin mütevazı bir üyesi, Süper Küme Yerel Grup gibi yüzlerce yıldızlar grubunu kapsıyor. Gözlemlediğimiz evren’in merkezi olarak Süper Kümeyi kabul edersek,

20.000.000.000

20.000.000.000 ışık yılı yarı çapında bir evrene sahibiz. 21.yy.dayız İnsan türüne aitiz. Cevabının, hiçbir önemi olmadığını iddia edebileceğiniz ilk soruyu sormak için fazlasıyla bilgi verdim. Soru: tüm bunlardan nasıl emin olabilirsiniz? Gerçekten dünyada mıyız? Kaçımız dünyanın dışına çıkıp dışarıdan izledi bu gezegeni? Gerçekten bir gezegende miyiz? Peki 21.yy da nereden çıktı? Gerçekten İsa’nın doğumundan bu yana 2005 yıl mı geçti? İnsan’ın ne olduğu sorusu ise çok uzun bir cevap istiyor sanırım ya da fazla kısa.

Bu soruları bir kenara mı bırakalım?

Peki.



Şirketlerimiz var, British Petrol (BP olarak bilinir) ve Shell. Petrol şirketleri, petrol işinde çok para olması için insanları otomobillere aşık ve bağımlı etmek yeterli midir? Ya birileri petrol dışında bir kaynaktan enerji üreten makinelerle otomobil yapmayı denerse? Hmm, onları ortadan kaldırabiliriz öyle mi? Peki

Coca-Cola Company var. Herkes kola sever. Kola içmeyen yoktur. Kaideyi bozamayan o istisnaların genellikle paraları yoktur. Parası olan istisnalar ise alerjik olabilirler, Sosyalist olabilirler, Amerika karşıtı fikirleri benimsemiş olma ihtimalleri de var. Kola’nın insan organizmasında bağımlılık yapıcı etkisi olduğunu bilenlerden bazıları bu sebeple içmiyor. Kitle, bulaşıkçı olarak iş bulamadığı ve Cezanne gibi resim yapamadığı için teselliyi coca-cola’da arıyor Bukowski’ye göre. Süper marketlerin vitrinlerinde, marketlerin panolarında, kamyonların kasalarında, t-shirtlerde, şapkalarda, televizyonda izlediğin tüm yayınların reklam aralarında, yayın esnasında ekranın bir köşesinden içeri giren animasyonlarda, lokantalarda, tüm fast-food lokantalarının mönülerinde, kalemlerde, cetvellerde, okul kantinlerinde, filmlerin içlerinde her yerde coca-cola görüyor ve ambalajı açıldığına çıkan “tıss” sesiyle şartlandırılıyorsun Pavlov Köpekleri misali.

Sorun yok, öyle mi?

öyle mi?

Peki.

Cep telefonlarımız var. Artık hepimizin, birden fazla sıklıkla. Hatırlatma notları yazabiliyor, fotoğraf çekip video kaydı yapabiliyoruz. Sevdiklerimize, onları sevdiğimizi söylemek için, rehberden kim olduklarını hatırlamadığımız bir yığın ismin arasından isimlerini bulup, “YES” tuşuna basıyoruz, bir ya da iki kez çaldıktan sonra “NO” tuşuna basıyoruz. Sizin telefonunuz tek tuş özelliğine sahip öyle mi? Peki.

Tele-ekranlarımız var, her evde, lütfen, tekrar okuyun, her evde, tele-ekran var. Birden fazla bir çoğunda. Dev ekranlıları var. Mağaza vitrinlerinde televizyonlar var. Metro istasyonlarında tele-ekranlar var. Metrolarda da öyle. Vapur iskelelerinde tele-ekranlar var. Bakkallarda teke-ekran var. İşyerlerinde tele-ekranlar var. Her yerde tele-ekranlar var. Akşam vakitlerimizin adı prime-time. Word kelime işlemci programı prime ya da time yazdığımda, prime-time yazdığımda altına kelimenin hatalı olduğuna dair kırmızı çizgi koymuyor. Konuşmayı öğrenmeden önce tele-ekran izlemeye başlıyoruz. Konuşmayı öğrendiğimizde tele-ekran izlemeye devam ediyoruz. Libidomuzu keşfederken tele-ekran izliyoruz, dünyada olan her şeyi tele-ekrandan öğreniyoruz. Ana haber bültenlerini izliyoruz, ayak parmaklarıyla tuttuğu fırça ve jiletle sakal tıraşı olabilen adamı izliyoruz; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne kadar güçlü olduğunu; Güney Doğuda Kürtlerin yaşadığını, Güney Doğudaki Kürtlerin PKK adında bir örgüt kurduğunu, PKK’nın Güney Doğuda insanları öldürdüğünü, PKK’nın her yerde insanları öldürdüğünü, benzin’e zam yapıldığını çünkü PKK’nın petrol hatlarını sabote ettiğini; Haber bülteninden sonra çok güzel bir Rambo filminin başlayacağını ve muhakkak izlememiz gerektiğini, sakın kaçırmamamızı; Sibel Can’ın çocuklarının LCW’den alış veriş yaparken, ne kadar şirin olduğunu; Tartışma programlarını izliyoruz, tartışmalarda haklı olduğumuzu göstermek için bağırmak ve karşıt fikir sunan her kimse, onun söylediği her şeyin yanlış olduğunu düşünmemiz gerektiğini, tartışmaların asla son bulmayacağını, aralarda izlediğimiz reklamların en doğrusu olduğunu çünkü kimsenin karşı çıkmadığını, tartışılması gereken konunun Türkiye Büyük Millet Meclis’ine alınacak koltukların Ceylan derisiyle kaplanıp kaplanılmaması olduğunu, Yeni Gine Merkezi Hayvanat Bahçesi’ndeki ayıların yavruladığını ve ne kadar da sevimli olduklarını; İnanılmaz OLAY! Konuşan Kediyi! “anne” diyen kediyi, din adamlarımızın kıyamet alameti iddialarını, psikologların(!) “sahibiyle çok yakınlaşan evcil hayvanların, onları taklit ettikleri ve…” açıklamalarını, kadın’ın bu işten nasıl para kazanabilirim diye çırpınışlarını; Tik’li köy’ü, tüm fertlerinin bir tiki olan ve hepsinin birbirlerin “ananskim”, “bacınıskm” diye debelendikleri, olmayan bir şehre bağlı olmayan bir stüdyo köyünü. Sıkıldınız mı? Konuşan kediyi aylarca dinlemiştiniz ama ve “annğnnenğğğğ” den başka ses çıkartmıyordu, neden böyle olduk şimdi? O zaman, kısaca, sizlerin, Tele-Ekran tarafından eğitilmiş, mutlu köleler olduğunuzu, o camda gördükleriniz dışında bir gariplik; fikir; güzellik; mutluluk; hüzün; gerçek tahayyül edemeyeceğiniz düşündüğümü söyleyeyim de bitsin bu bahis. Ooo! Kumanda sizin elinizde öyle mi? Peki.

Kitaplar var, haklısınız. Okullarda da kitap okumamızı söylüyorlar değil mi? Ne kadar güzel. Ne okuyorsunuz, bakayım, hmm, Arkadaş Edinme Kılavuzu, çok güzel. Siz bayım? Kız Tavlama Sanatı mı, vay canına! Ya siz? Da-Vinci şifresi mi, Da-Vinci’yi tanır mıydınız? Tanrı’nın resmini yapmaması gerektiğini söylemişlerdi ona, ayıp oluyormuş. Hmm, demek okumayı seviyorsunuz, peki mesela neden hiç Nietzche okumadınız? Korsan baskısı yok öyle mi? Peki.

Sizce neden hepimiz tarihten nefret ediyoruz? Çok mu sıkıcı? Haklısınız, ne o öyle bir yığın antlaşma falan off! Affınıza sığınarak bir şey sormak istiyorum, şu tarih dedikleri şeyle ilgili olarak. Mesela, şimdi size, 12 eylül desem, bu bir şey ifade eder mi? Yani bana kan, vahşet, katliam, sindirme gibi kelimeleri anımsatıyor da her nedense, belki diyorum size de öyle oluyordur. Nasıl? Siz 11 Eylül ve WTC’yi mi anımsıyorsunuz sadece öyle mi? Peki.

Yani siz şimdi ciğeri beş para etmezler ordusunun bir mensubu olmadığınızı düşünüyorsunuz. Maaş + Sigorta + Prim ve ücretli izinlerinizle son derece mutlusunuz. Hindistan’ın Goa kentindekilerin huzurunu; Spinoza’nın Ölüm Şöleniyle ilgili derslerini; Varoluşumuzun kıymete ve anlama bürünmesi için elimizdeki tek şansın Bilmek olduğunu umursamamayı yeğliyorsunuz. Bu dünyada hayatlarımızı, ruhlarımızı, benliklerimizi hayalarından kavrayıp üzerimize sıçan tanrıların ölümden sonra bizleri cennetlerinde misafir edeceklerini düşünüp rahatlamak dururken, ne diye köleliğimizi sorgulayalım ki diyorsunuz öyle mi? Peki.

acayipan


Dedem yine tozuttu. Ufak bir kod yazmaya çalışıyordum ve lanet for döngüsü bir türlü çalışmıyordu, annemin çığlığıyla zıpladım, feryat daha doğru bir kelime, saldırıya uğramıştık, yatak odasının açık penceresinden içeri bir sapık girmişti ve anneme saldırdı, yerimden fırladım, odaya girdim, sapık yoktu ama dedem vardı, yatağın kenarında duran bir kazağı iteliyordu. Anneme sakin olmasını, dedemin bu yaptıklarının bilinçli olmadığını, aslında onun bizi sevdiğini ve hayatımızda bir renk olduğunu falan söyleyecektim. Ağzımı açtığım anda küfrü yedim, sustum, sırıttım, yemedi, dedemi ikna ettim. Pasiflora şurubunu içmiyor diye çeşitli numaralar yapıyoruz, kolanın içinde veriyoruz mesela, çayla verince tadını beğenmiyor içmiyor. Salona doğru gittim, tam kapıdan girecekken babamın “bok var kurcalıyorsun onu bunak pezevenk” dediğini duydum, dedem balkon kapısını deniyordu, ben de kapıda bekledim biraz, sonra hiçbir şey olmamış gibi içeri girdim, utanması gereken benmişim gibi. Neyse uzatmayalım, pasiflora şurubunu çıkardım, şalgam suyundan başka bir şey yoktu içecek, şalgam olmazdı. Ufak plastik kaşığa bir doz koydum, 5ml. Dedem bana bakıyordu, korkuyordu, onu öldürmeye çalışıyorduk zehirleyerek, kaşığı ağzıma götürdüm, tadı garipti, “yehbeyaw, negzelmiş bu ağğğ” dedim, ikinci dozu dedeme uzattım, 5ml. Tereddütsüz yuttu, üçüncüyü ben aldım, dördüncüyü o, “içmem ben daha” dedi, su verdim bir bardak sonra kendime bir doz daha koydum. Şimdi uyuyor, ben uyumuyorum, akşamüstü içtiğim biralarla ya da son iki saattir içtiğim kahvelerle alakası olabilir. Olmayabilir. Salla.

Aslında hiçbir problem yok biliyor musun? Dert değil, savaşlar işkenceler, açlık, soykırım falan.

Bize ne canım.

hem neden dert edelim ki? yani burada oturmuş sıcak sıcak blog okumak dururken hıh!

Hiçbir şey–ist olmadım ben yahu. Ne-ist olayım desem hep bir dandiklik oluyor. trendi yakalama, yap.
6.2. Pisagor, Sarte, Ruslar ve Sıkı Bir Dayak; Hep İyi Gelmiştir
10.04.2005 00:16
tg.a


İlkokulda dayak yiyorduk öğretmenlerimizden, kimilerimiz sınıf arkadaşlarımızdan, bir çokları anne-babalarından, sonra “büyüklerin yanında konuşmamamız gerektiği” öğretiliyordu bizlere. Okul hayatımız boyunca susmayı öğrendik ve arkasından asker olduk işte. Sonra memur yada işçi. Neyse ne. Yüzlerce, binlerce insanı öldürdüler, gerek yoktu, gerek yoktu ve bizler sustuk; kurallar ve kanunlar koyuldu ve biz sustuk. Bizler hazır fikirlerin insanları olduk. Televizyon bize neyi nasıl yapmamız gerektiğini öğretti. Kitap okumanın iyi olduğunu söylediler ve saçmalıkları okuduk yıllarca, best-seller’ları. Onları da okumadı ezici çoğunluk. Sonra üniversite sınavlarına girdik ve birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydık, yanıtı onların arasında bulmak zorundaydık. Evet, bir çoklarına göre bir sınav hayat da, kendi tercihlerimizi yapıyoruz ama hayır, kompozisyon sınavı değil bu, çoktan seçmeli yaşıyoruz hayatı! Bir şeyler oluyoruz, erkek, kadın, ibne oluyoruz, güzel veya çirkin, akıllı oluyoruz, ağzımız laf yapıyor mesela veya belki de, müzik zevklerimiz olduğunu iddia ediyoruz, zevkler ve renkler tartışılmaz diyip, mtv izliyoruz farklı saatlerde. Rock, rap yada metal dinliyoruz, yabancı menşeli olduktan sonra her tarz müziği dinleyen insan evlatları.

İnsanlar geldi geçti bu dünyadan, tel yokken bobin’in tüm matematik modellerini koydu ortaya Faraday, bunun ne demek olduğunu bilemezsin. Çanakkale geçilemedi gerçekten, yüz binler öldü bu uğurda. Karıncalar ve kediler, kediler ateşten dilleriyle yaladılar gerçeği, ağaçlar en kadimleri, kediyi kedi yapan merakı ve hareketidir. Sonra ben “başka bir dünya mümkün” dediğimde “ütopya” diye bik bik etti ruhsuz bedenler, boş gözdelikleri. Öğretilere bak, İslam? İlk emir, “oku”. Pisagor ve Sarte. Ruslar, Ruslar da ölür ve Japonlar da öyle, hepsi aynı şekilde ölür, ölürler. Hep sakladılar bunu bizden, yapmamız gerekenin kazanmak olduğu söylendi bize, ama neyi ve nasıl kazanacağımız sırdı. Birbirimize saldırdık, tüm hayvanlar, diğer canlıların bedenlerinde işlerine yarayacak bir şeyler olduğunu bilirler. Azot döngüsü. Birbirimize saldırdık, almaya çalıştık, kazanmak istiyorduk. Güneşin yeniden doğmak için bir sebebi yok!

İcraatlarımız, bir diğerinin kendisinin sandığı mecralara kaydığında, savaştık, iyi niyetimizi çoktan kaybettik ve müşfik davranmıyoruz birbirimize. Sürekli olarak yalan söylüyoruz ve her şeyi yalan olan insan, kendi gerçekliğini bulmaya çalıştığında işi zordur. Düşünme bir eylem sayılmaz çağımızın fikrine göre, eylemden anlaşılan, gidişatı değiştiren şeydir. Arabanın frenine basmak, sigaranın dumanını üflemek yada on iki yaşında bir kız çocuğuna tecavüz etmek eylemdir ama düşünmek öyle değil diyorlar. Öyleyse, tanrıların ağıtını duymazdan gelip öldürmeye devam edelim. Bunun bir zararı yok, kapitalizm yada emperyalizm meselesi değil bu, kimin ne kadar kazandığı meselesi değil bu, sorun olamaz paranın varlığı yokluğu, insan olmanın bir erdem olduğu sanılması sorun ve diğerlerinin insan olduğunun unutulması.

Uyanmaya çalışıyorum, bu sırrı saklamıyorum kendimden ve daha yakınım bedenime ve sonra öleceğim, sıramın gelmesi diyebiliriz buna. Bu arada zihnin sınırlarını eşeliyorum, sistemi yıkmaya çalışıyorum en azından kendimde, egomu dürtüyorum, tahrik ediyorum onu, çirkinleşiyorum ve çirkinleştikçe kendimi yeniyorum. Arzularıma kulak asmıyorum, yatıyorum, sırtüstü ve sonra yüzüstü, biraz daha uyuyorum, çocukluğumu hatırlıyorum, unutmuyorum çocukluğumu, elli sene önce annesinin memesini emip micky mouse’a gülen çocuğun, bugün ırakta binleri öldürmesinin sebebini bulabiliriz belki bu şekilde. Bir yerlere varmamızın önündeki en büyük engel, varılacak bir yer olduğunu sanmamızdır.

Bilmek, düşünmenin gerek şartıdır zannımca ve sonucudur. Bilgi olmadan fikir olmaz doğru bir düsturdur. Bilmek mi gerek düşünmek için yoksa bildiklerim mi engel oluyor düşünebileceklerime. Çok hoşuma gitti bu, sıkı tespit; ikisi de doğrudur. Minik bir paradox yada anlam kayması. Düşündüklerinin hepsinin daha önceden düşünülmüş olmasının sebebi, bir buçuk milyar yıl geç kalmış olmanda gizli. Bunda üzülecek bir şey yok, yani bu anlamda yok. Yoksa birkaç yüz bin yıl önce yaşamış olmak hoş olurdu o ayrı. Okuduğu bir kitaptan bahsederken, cümlesine beni de katarak “bizim de düşündüğümüz şeyler ama işte edebi bir dille anlatmış yani” diyenlerden tiksindim hep. Riyakârlıklarından tiksindim, akılsızlıklarından tiksindim. Bu zavallılığa acıdım, ben de yaptım, aynı hataya ben de düştüm ama anladım. Yenildiğimizi kabul etmemiz çok zordur. Hayatında eve kız atmak, saçlarını jölelemek ve bir bmw’den başka ereği olmayan adama, cahilliğinden bahsedersen kızar sana ama bu onun cahil olduğu gerçeğini değiştirmez ne yazık ki. Siyah giyerek ve etrafa ölü gibi bakıp içerek özgür olunmaz dediğinde elindeki bira şişesini kırıp yürür Alsancak’ın hatunları üzerine. Dayakla başlamış, nefretle şartlandırılmış bir sürüyüz biz.

Üzülme, beynin gençken öğren, çok kitap okumak marifet değil, az okuyup öz okumak da değil, okuduğunu anlamak belki bir şeydir ama okuduğunun ötesine geçemiyorsan okumuş olmanın da bir anlamı yok. Bir ses bandısındır sadece, yarım yamalak bir kayıt, kafanda bir yazar, bir kitap ismi ve gerçekle ve birbirleriyle bağlantılarını yitirmiş cümleler.

Yalnızlığı aramayı bil;
İçindeki nefretini gör;
Kelimeyi çıkar zihninden;
Bir cümlelik söz olmasın aşk.
4.2.2. tanrı üzerine
17.05.2005 20:39:14
Bayan Faust ile Bay Hoenikker’in yaptığı bir konuşmada geçer bunlar;
“Bir seferinde benimle iddiaya girmişti, ona kesinkes doğru bir gerçek söyleyemeyeceğime. Ben de ona, ‘Tanrı sevgidir’ demiştim” dedi Bayan Faust
“O ne dedi bunun üzerine?” diye sordum,
“‘Tanrı nedir? Sevgi nedir?’ demişti”
“Ya…” dedim
“Ama Tanrı gerçekten de sevgidir,” dedi Bayan Faust. “Dr. Hoenikker ne derse desin.”

Tanrı nedir’e yanıt vermenin zorluğunun, Tanrının bir şey olmak zorunda olmamasından ileri geldiğini o zamanlar daha yeni anlamıştım sanırım. Tanrı da bir Fomadır.
4.2. Fomalar Ve Diğer Yalanlar
Kaplan avlanır,
Kuş uçar,
Adam oturup “niye” diye sorar.
Kaplan uyur,
Kuş konar,
Adam oturup anlamış gibi yapar.
17.05.2005 20:34:00


Dünyanın tüm proleterleri; Birleşsin! Karl Marx
In God We Trust! Hıristiyanlar. Bir amerikan doları deyişi.
Ne Mutlu Türküm Diyene! Mustafa Kemal Atatürk
En Büyük Fenerbahçe Başka Büyük Yok! Bir kısım deli
Allah’ın dediği olur. Müslümanlar
Ateş, toprak, hava ve su, varoluşumuzdur. Aristoteles
Düşünüyorum öyleyse varım. Descartes
Dünya yüzünde tek bir Yahudi bırakmamak, bana Tanrının verdiği bir görevdir ve bu yolda bir an duraksamayacağıma and içiyorum. Adolf Hitler
Üzerinde güneşin hiç batmadığı imparatorluk Büyük Britanya İmparatorluğu (Nâm-ı diğer İngiltere)
Aşkımız hiç bitmeyecek. Hemen tüm çiftler
bokomaru - mona'mı nasıl yitireyazdım


“Benimle konuşmak daha kolay geliyor mu şimdi?” diye sordu Mona.
“Sanki bin yıldır tanışıyormuşuz gibi,” dedim. İçimden ağlamak geliyordu. “Seni seviyorum, Mona”
“Ben de seni seviyorum.” Basit, süssüz bir biçimde söylemişti bunu.
“Ne salakmış Frank!”
“Niye?”
“Seni bıraktığı için.”
“Beni sevmiyordu. Sırf “Baba” istiyor diye evlenecekti benimle. O başkasını seviyor.”
“Kimi?”
“İlium’da tanıdığı bir kadını.”
Bu mutlu kadın, Jack’in Maket Dükkanının sahibinin karısı olmalıydı. “Kendisi mi söyledi sana?”
“Bu akşam, beni seninle evlenmek üzere serbest bıraktığında.”
“Mona?”
“Evet?”
“Senin – senin hayatında da başkası var mı?”
Şaşırmıştı bu soruya. “Çok” dedi sonunda.
“Sevdiğin?”
“Herkesi seviyorum.”
“Be – beni – beni sevdiğin kadar mı?”
“Evet.” Bunun beni huzursuz edebileceği aklının köşesinden bile geçmiyordu.
Yerden kalktım, koltuklardan birine oturup çoraplarımı, pabuçlarımı giymeye başladım.
“Bu – hani şu – demin yaptığımızı da – her halde yapıyorsundur, değil mi – başkalarıyla da yani?”
“Boko-maru mu?”
“Boko-maru.”
“Tabii.”
“Bundan sonra benden başka kimseyle yapmanı istemiyorum,” dedim.
Gözlerine yaşlar doldu. Herkesle birlikte olmaya bayılıyordu; onu utandırmaya çalışmama öfkelenmişti.
“İnsanları mutlu ediyorum. Sevgi iyidir, kötü değil”
“Kocan olarak, bütün sevgini kendim için isteyeceğim.”
Giderek büyüyen gözlerle baktı bana. “Sin-vat’sın sen!” diye bağırdı. “Birisinin sevgisinin tümünü isteyen bir adam. Çok kötü bir şey bu!”
“İşin içine evlilik girdi mi, bence çok iyi bir şey. Hatta tek şey.”
Hâlâ yerdeydi ve ben, çoraplarımı pabuçlarımı giymiş, ayaktaydım. Kendimi çok uzun boylu hissediyordum, çok uzun boylu olmadığım halde; kendimi çok güçlü hissediyordum, çok güçlü olmadığım halde; ve kendi sesimin karşısında saygılı bir yabancı gibiydim. Yepyeni, madensi bir buyurganlık vardı sesimde.
Balyoz gibi konuşmaya devam ederken ne olduğunu –daha şimdiden ne olduğunu– kavramaya başlamıştım. Yönetmeye başlamıştım bile.
Mona’ya geldiğimden kısa bir süre sonra, şeref tribünündeki pilota dikey bir boko-maru yaptığını gördüğümü söyledim. “O pilotla bir daha görüşmeyeceksin,” dedim. “Adı ne?”
“Bilmiyorum bile,” diye fısıldadı. Yere bakıyordu şimdi.
“Peki, ya genç Philip Castle’la?”
“Boko-maru mu demek istiyorsun?”
“Boko-maru Moko-maru, hepsini demek istiyorum. Anladığım kadarıyla, birlikte büyümüşsünüz.”
“Evet”
“Bokonon ikinizin de hocasıydı, değil mi?”
“Evet” Anısı bile keyfini yerine getirmeye yetmişti.
“Bol bol boko-maru’lamışsınızdır o günlerde, değil mi?”
“Evet, evet!” dedi, mutlulukla.
“Onu da artık bir daha görmeyeceksin. Anlaşıldı mı?”
“Hayır”
“Hayır mı?”
“Bir sin-vat’la evlenemem” Ayağa kalktı. “Elveda”
“Elveda mı?” Yıkılmıştım.
“Bokonon bize herkesi aynı derecede sevmemenin çok kötü bir şey olduğunu söyler. Senin dinin ne der?”
“Benim – benim dinim yok ki”
“Benim var”
yöneticiliğim bitmişti. “Anlıyorum” dedim.
“Elveda, dinsiz adam.” Taştan merdivene doğru yürüdü.
“Mona…”
Durdu. “Evet?”
“İstesem, ben de senin dininden olabilir miyim?”
“Tabii”
“İstiyorum”
“İyi. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum,” diye iç çektim.
kaynama noktası

yazasım var, hatta yazmam gerek; uzun zamandır yazmıyorum ve bu iyi değil
eğer beynine tıkarsan kelimeleri ve bağırarak atmazsan dışarı, tüm hakimi oluyorlar aklının!
evdeki kağıtlardan farkı yok bu anlamda blogger'ın, bir taraftan da birilerine iyi veya kötü hissettirebilir ki bu iyi bir şeydir. başlıyoruz.

ele geçirilmiş hiçliğinden geriye bir şey kalmamış.

elle tutulur, işe yarar, para eden, övgü gören her şeyden kaç sen, iyi bildiklerini kötüle, kötüle ta ki uğruna yaşanacak tek bir şey kalmayana dek. küçükkenliğin, "baba bak, baba bana bak baba baba baak!" heyecanları kulağını delsin, düşman ol da kendine yenildiğinde bile galip gelesin.

hepimizden nefret ediyorum, en çok da kendimden nefret etmediği zamanlar benden. bir yandan aklımda parkta osuruğunu yakan çocuklar var, tanrım, ne komik, ne eğlenceli. bir keresinde aynı parkta çimler havaya uçmuş ve su fışkırmıştı, buruk kokan bir su, jeotermal borusu patlamış dediler. yumurta kaynatmıştık dingin fokurdayan gölcüklerinde, sonra yoldan hızla geçen arabaların ve otobüslerin camlarına fırlatmıştık. aynı akşam dört apartmana girip altı yedi karşı komşu kapısının kollarını birbirine bağlayıp zilleri çalmıştık, hayat çok eğlenceli oluyor bazen. zil zurna sarhoş sokaklarda koşup, her gördüğün polise, her gördüğün kavgaya ve belaya koşmak, dört nala.

Kader, yaman orospudur demişlerdi, tanımadım hiç kendisini, onun hakkında konuşamayacağım ve bu işte iyi olup olmadığını bilmesem de hakkında hayaller kurabilecek zamanım olmuştu. bir keresinde fileli çorabını aa hayır muz çorabının üstüne giydiği fileli çorabını ve muz çorabını, muz ve çilek aşılarını yaptırdığını söylediği minik beyaz köpeği havlarken sigarayla dokunup yakmıştım, epey yerinden, kaçık kaçıktı çorap, sonra tutup yırtmıştık, yalnız değildim, en az iki manyak daha vardı yanımda, sefillikti göründüğü gibi ve gülüyorduk, hepimiz. parçalanmış çoraplarının üst kısmı eteğinin altından sarkıyordu, minicik ve alt kısımları da botlarından taşıyordu, gördüğüm en seksi bacaklardı onlar. bir asansöre bindik, bilmediğim bir apartmanda, ara katlardan birinde ya da iki katın arasında stop düğmesine basıp asansörün bozulduğunu söyledim, inandı ya da ben inandığına inandım ve sigaralarımızı yakarken aşağı inmeye başladı asansör, yaklaştığımız katın düğmesine basıp arkamızda bacakları ayrılmış iki çorap ve biraz izmarit ve kül bırakarak indir asansörden. bir daha görmedim onu, görsem bile tanımam heralde, onun tanıyacağını da sanmıyorum. neticesinde, "dolu" bir kadındı, manyaklıklarımı ve en vahşi anlarımı bile çocukça bulacak bir hayatın içinden geliyordu. güzel günler oldu hepimizin hayatında ve bu yüzden, şimdilik nefret etmiyorum hepimizden.

tüm bunlar 21:43 tuşlamaları, hastanede geçen bir gece daha.

özlüyorum.

lanet!

temamı hiç sevmedim, okunabilir bulmuyorum, sütun çok geniş kanımca ve her şeyi buraya not almaktan vazgeçmeliyim belki de...

girizgah

saçma gerçekliğin, olagelen'e indirgenmesi ya da
hiçbir şey olmamasının imkansızlığının olumlanması fikrinin onayıyla beraber gelen umursamazlığın tam onayı ve savunması
eminim ki, sağduyu üstkimliği altında soykırılan insan "iyi"sinin uyarılma ve motivasyon yönlendirmelerini kırması için desteğe ihtiyacı var. ve şimdi, oynamak isteyenler,
elime mum diksin!

Hello World!

Lorem ipsum dolor sit amet'ten bıkkınlık geldi, Wordpress daha havalı göründüğü için onu denemeyi düşünmüştüm ama en azından şimdilik buradayım. Hangi dns'i kaldırsan altından ben çıkar oldum, yeter gari, yurdumuz ocağımız belli olsun. hafif.org dışında bir yerde süreklilik arzetmemiştim. burayı sahipleneceğim evet.