20070924

6.7. Tahrik ve Erekte Olmak ve CIA, haa Bir de Gerçek


11.05.2005 16:57
Hatun-i garipiye


Bir şeyler bilinebilir mi Tarlos? Gerçeğin olduğuna mı inandırdılar bizi? Evrensel bilgiyi mi kendimize baz aldık? Dünya, güneş sisteminin bir gezegeni diye başlayan paragrafta sormuşsun, “tüm bunlardan nasıl emin olabilirsiniz?” diye. Dünyanın 24 saatte döndüğü öğretiliyor bize… ben hiç görmedim dünyayı dönerken, 24 saat ne peki? Zaman gerçek değil evet. Peki gerçek ne? Fiziksel anlamda ben gerçeğim evet. Ya duygular? Böyle düşününce bütün kavramların içi boşalıyor ve öleceğiz diyorum, peki ölüm gerçek mi?

Bana gerçek olduğunu düşündüğün bir şey söyle. Kelimelerine inanacak mıyım? Peki onlar gerçek mi? Işık yarı çapında evrene sahibiz… ışık ne? Gerçek mi? Peki, karanlık? Işık olmadan var et karanlığı ya da yok et. Karanlık gerçek değil diyelim mi o zaman? Karanlığın içinde de ışık yok mu ki? Peki gerçek olan hangisi?

Ha bir de, tahrik olmak ve erekte olmak arasındaki fark ne? Tahrik olmak hislerle mi ilgili? Erekte olmanın sonucu (mu) penisin kalkması yani. Böyle mi?

CIA’dan bahsediyorsun ve “ölmüş olsun diye ölüyor insanlar”. Günümüz sanatının CIA güdümlü olmasından yakınıyor sanat sever bir arkadaşım, yağlı boyadan akrilik boyaya kayma. Her şeyde varlar ve zararlı olduklarını biliyoruz. Peki ama kim bunlar? Ne bu gücün kaynağı? Ne istiyorlar bizden? Ne zamandır varlar? Ne?

6.8. Bölük Pörçük Bir Cevap


12.05.2005 03:53:54
tg.a


6.8.1. dünya’nın döndüğü bilgisi ve zaman nedir üzerine


“Dünya’nın 24 saatte döndüğünü öğretiyorlar bize” kadar sığ bir cümleyi yakıştıramadım size. Nereden dönüyor? Bakkala mı gitti kuzum? “24 saat ne” demişsiniz, ardından “zaman gerçek değil” diye bir çıkarsama. Oh my God açıkçası. Dünyanın, kendi ekseni (kutup noktalarını birleştiren doğrudan söz ediyoruz, sanal bir eksen, bir geoit’in ekseni işte) etrafında bir tam tur atması için geçen süreyi, 24 eşit parçaya bölüyoruz ve bu parçaların her birine bir saat diyoruz. Sonra bu 24 parçanın her birini 60 eşit parçaya bölüp bir dakika; 24x60 parçanın her birini tekrar 60’a bölüp bir saniye; bu 24x60x60 parçanın her birini 100’e bölüp bir mili saniye (bundan sonrası as ve üst katlar; fento, piko, nano, mikro, mili, santi, desi alt katlar; deka, kilo, mega, giga, tera … üst katlar vs.). Burada bahsettiğim ve sorduğunuz “24 saat ne?” sorusundaki saat, sadece bir birim. Ölçü birimi, zamanı ölçmek için kullandığımız bir birim o kadar. Yani, sizin bu birimden bi-haber olmanız, zaman’ın gerçekliğini zedeleyici bir kanıt teşkil etmez, gerçek olmadığını kanıtlamaya hiç yetmez. Derslerimize giren bir profesörün “Zaman nedir?” diye sorduğunu ve sınıftaki öğrencilerin bik biklemelerinden sonra, “zaman, yol bölü hızdır” dediğimi ve bunun prof. tarafından çok beğenildiğini söylemiştim size daha önce sanırım ve siz de, “daha iyi bir yanıt olabilirdi” demiştiniz yanlış hatırlamıyorsam. Şöyle diyelim o zaman, zaman, ilkin bir kelimedir, bir isim, bir varlığa ilişkin tüm diğer değişkenler sabit kaldığında (hız, yön, sıcaklık, basınç, kütle, hacim, şekil, renk ve aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek tüm parametrelerinden söz ediyorum) her hangi bir t1 anından, t2 anına değişen tek “şey”dir. Şimdi de, “an” diye bir kavram attık ortaya, bunu, zaman’ın değişiminin söz konusu olmadığı bir birim olarak kabul etmemizde şimdilik bir sakınca yok. Sanırım. Aslında, Einstein bey, bu konuda çok ilginç bir o kadar da sarsıcı bir fikir geliştirdi, Genel Görelilik. Zaman’ın, şu yukarıda saydığımız, varlığa ilişkin parametrelerden biri olduğunu ve bunun yanı sıra, tıpkı kütle, hacim ve öz kütlenin birbirine bağlı olması gibi, hız ve zamanın birbirine bağlı olduğunu ve yine kütle ile enerjinin birbirine dönüşebilirliğini ve bu gibi bir çok şey. Neyse, konumuz bu değilken bu kadar çok bahsetmemiz yersiz kaçabilir Görelilikten. Bu arada, Dünya’nın nasıl döndüğünü görmek istiyorsanız, zıplamaya başlayınız.

6.8.2. gerçek nedir üzerine


Gerçeğin olduğuna mı inandırdılar sizi? Bilemem, ama beni inandırmışlardı ve bir süre, sonra hakikatin ne olduğunu öğrendim ve bu sayede hakikatin olmadığını. Bu cümledeki ilk hakikatten kastım, hakikat’in kelime anlamı, ikincisi ise, bizim hakikat diye bildiğimiz şeylere ilişkin. Ne kadar göz varsa o kadar hakikat vardır, yani hakikat yoktur. Bu yüzden kendinize dayanak noktası olarak seçeceğiniz evrensel bilgi, sizi bir öncekinden daha derin bir yanılgıya sürüklemekten öteye gidemez. Çünkü evrensel bilgi sandığınız şey, sadece birkaç aklı bozuk gencin, gece uykularından uyanıp, başuçlarındaki defterlere aldıkları notlardan öte bir şey değildir. Gerçek ne? Gerçek. Gerçek. Gerçek. Ger-çek, işte karşına çıkan anlam kaymaları, birazda orasından çekiştir sonra adına “gerçek” deyiver ve sun insanlara. Kanacaklardır, bir kısmı en azından. Siz sevgili hanımım, fiziksel anlamda gerçeksiniz, ama bu biraz boş bir lakırdı gibi. Evet, fizik biliminin “var” demesi için gerekli özellikleri barındırıyorsunuz kendinizde, bir kütleniz var ve uzayda hacim kaplıyorsunuz. Ancak unutmayınız ki, şu haylaz bilimleri yaratanlar ve bu tanımları koyanlar, sizden daha gerçek değillerdi. Bu nedenle, kendilerine gerçek diyebilmek için biraz kıyak geçmiş olmaları varoluşa, muhtemel. Böyle sorarsanız, ölüm de gerçek hanımım, ziyadesiyle hem de, hatta yegane gerçektir ölüm diyebiliriz. Bilgeliktir, bilmektir, yitmektir.

6.8.3. gerçek ile ilgili gerçek bir anı


Tek haneli yaşlarımdaydım, sekiz ya da dokuz. Yeniliman’da iskelede denize giriyorduk. Suya atlayıp bir metre yükseklikten, iskeleye çıkıp, tekrar atlıyorduk. Üç beş velettik ve içimizden birinin küçük kardeşi vardı yanımızda, yüzme bilmiyor ama izliyordu bizi. Abisi içimizde en büyük olandı ve gösterisini yaptı, suya atladı ve iskelenin karşısına kadar yüzdü, geri geldi. İnanılmazdı, nereden baksan 200 metre. Etkilenmiştik ve diğerleri bunu denemek istediler, John bunun fazla delice olduğunu düşündüğünden olsa gerek, koşarak uzaklaştı, evine doğru, evi yakındı, hepimizin evi yakındı, köylerde evler pek uzakta olmazlar zaten. Herkes karşıya yüzmeye başlamıştı, ben atlayıp çıkıyordum. Şu ufaklık iskelenin kenarındaydı, ben yine sudan çıkarken “culp” diye bir ses duydum. Ufaklık yoktu. Bu gibi durumlarda, ufak bir çocuk denize düştüğünde, kahvehaneden en az yirmi kişi fırlar ve içlerinden bir ya da ikisi kıyafetleriyle suya atlayıp çocuğu sudan çıkarırdı. Ama bizi görmüşlerdi, sürekli suya atlayıp çıkıyorduk, kimse farkında değildi ufaklığın ölmek üzere olduğundan ve saniyeler geçiyordu, zaman nedir diye sormuştunuz sanırım. Etrafıma bakındım, seslenemiyordum, baktım, suya girip çıkan kafasını görebiliyordum ve atladım. Karanlıktı, sessiz, sakin, bedenime sarıldı, bir ağaca ya da annesine sarılır gibi. Bana tırmanıyordu evet, kelimenin tam anlamıyla tırmanıyordu ama o yükselmiyor ben alçalıyordum, tepkisizdim ve ayaklarım dibe deydi. Çok derin değildi zaten su ama beni ve üzerime oturmuş ufaklığın yarısını içine alacak kadar derindi ve çırpınmayı kesmişti, bacaklarını boynuma dolamış, ilahi bir dengeyle duruyordu orada, telefon tellerindeki kuşlar gibi, sirk cambazları gibi, kendisine hayatta kalmak öğretilmiş ve yüzme bilmediği için ölmek üzere olan ve son anda yanına gelen bana sarılmış dengede duran bir velet gibi. Bilmiyorum ne kadar zaman geçti, oradaydım ve son derece sakin, bir şeylerin yaklaştığını hissedebiliyordum ama ne olduğundan emin değildim. Bir balık olabilirdi pekala, bir ahtapot ya da tanrı veya altına işiyordu çocuk ve sıcak idrarın denizin içindeki dansıydı suratımda dolanan bilemiyorum. Hafifliyordum ve çocuk ağırlaşıyordu, ne kadar duracaktık öyle? Ciğerlerim ‘dama!’ dediğinde kaskatı kalmazdım herhalde, çökerdim ve o da ölecekti benimle. İntikamımı almış olacaktım belki de. Sonra ağırlaşmaya başladı, her şey. Ben, deniz, balıklar, kayalar, ayaklarım, kollarım, gözlerim her şey ama çocuk hafifliyordu ve birden bitti. Yok oldu. Çocuk yok oldu. Anlamsız bir şekilde yükselmeye başladım, parlak, gözlerimi açamıyordum, gece yükseliyordu, gündüz yükseliyordu, ben, yükseliyordum. Işık çok parlaktı ve sesler, gülüyordu birileri sanki, ağlıyordu ya da bağırıyordu. Kendimi toplayıp gözlerimi açtım, çocuk yanımdaydı, 60cm çapında bir kamyon lastiğine tutunmuş ağlıyordu, etrafıma bakındım, iskelede John vardı, bir şeyler söylüyordu ve suya atladı o da, lastiği ve lastiğe tutunan çocuğu hemen bitişikteki kayalara doğru çekiyordu, karaya çıktılar. Arkamı döndüm ve iskelenin öbür ucuna yüzmeye başladım. Bilmiyorum gerçek nedir, ne olduğunu bilmiyorum, olması gerekir mi onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, artık iskelenin karşısına yüzebildiğimdi ve tanrının, bir bardak sidik kadar yakınımda olduğu ve o gün belli olmuştu bir gün ermişlerden olacağım. Hâlâ olamadım o ayrı.

6.8.4. erkek metabolizmasına ilişkin kimi durumlar


Tahrik olmak, tahrik edilme halini ifade eder. Tahrik ise, fizikten öğrendiğimiz etki – tepki çiftinin etki kısmına denir. Tıpkı bisikletinizin pedalına bastığınızda pedal kolunun dişliyi, dişlinin zinciri, zincirin arka lastik dişli takımını ve arka lastiği tahrik etmesi gibi. Ereksiyon ise, başlı başına bir olaydır. Penis içerisindeki süngersi dokunun içindeki kan damarlarının kalınlaşması ve bu süngersi dokuya kan dolması vasıtasıyla, penisin cinsel ilişkiye hazır duruma getirilmesi halidir. Zira, vajina her ne kadar kaygan ve vıcık vıcık çamur kıvamında bir şey olsa da, içine girebilmek için, penisin belli bir sertliğe ulaşması gerekir. Benim, “tahrik ve erekte olmuştum” derken kastettiğim ise, sizin, gerek bedeniniz, gerek hareketleriniz, gerekse davranışınızın, beni cinsel anlamda tahrik etmek marifetiyle penisimi ereksiyon konumuna getirdiğidir. Yoksa bunlar başka başka şeyler evet ve bu konuya niçin takılıp kaldığınızı anlayabilmiş değilim, sanırım ziyadesiyle azdınız.

6.8.5. coca-cola cia usa shell fenomenleri üzerine


CIA hep vardı, hep olacak. Bizden bir şey istemiyorlar, doğrudan bizi istiyorlar. İnsanlardan bir çok yerde nefret edilir. Amerikalıların kendilerinden nefret edilmesinin sırf insan oldukları için çektikleri bir ceza olduğunu, bu cezadan şöyle ya da böyle muaf tutulmaları gerektiğini düşünmeleri ise bir enayiliktir ve bunu dile getirenlerin, Amerikalıları sevmedikleri düşünülüp onlardan nefret edilmesi ise geleneksel bir davranış biçimidir diyebiliriz. Amerikalılar, bu nefretten muaf olma yolu olarak güçlü olmayı kurmuşlar. Güçlü olmaya ve güçlü olabilmek için tek geçerli yol olan, güçlü olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Savaşlar, petrol, emperyalizm, üçüncü dünya ülkeleri, kredi kartları gibi laflar ise, sırf sizin gibi “az kalsın düşünmeye başlayacak” kimselerin kafalarını oyalamak için uydurulmuş illüzyonlardır. İşte CIA, tüm bu illüzyonları, nefret akımlarını, ne zaman nereye terörist eylem yapılacağını, hangi ülkede hani siyasi rejimin benimsenip hangi ekonomik sistemin uygulanacağını, hangi sosyal sınıfların olacağını, bu sınıfların ne işlerle uğraşıp ne düşüneceğini, nasıl bir eğitim alacağını, nerede savaş çıkacağını, boya üreticilerinin ellerindeki üretim fazlası renklere göre bu sene sonbahar-kış sezonunda hangi renklerin moda olacağını ve bu gibi daha yüzlerce şeyi planlayıp; silah, uyuşturucu, kozmetik (bknz. Kadınlar ve Tüketim), medikal alet edevat, petrol gibi temel kaynaklarından kazandığı paranın marifetiyle; televizyon, sinema, kitap, tiyatro, konserler, okullar, kilise, havra ve camiiler gibi kitle uyuşturma araçları vasıtasıyla dünyaya ve insana şekil veren Büyük Şirket (Ana Şirket, The Şirket)’in Amerika’ya konuşlanmış olan ve en göz önündeki koludur. Bu nedenle de, yani Büyük Şirket’in birkaç on yıl içinde açık edeceği felsefesine göre hep varolduğu için CIA’de hep vardı ve hep olacak. En geç 2120 yılında gerçekleşeceğini düşündüğüm tüm şey, televizyon’un bir anda ortadan kaldırılıp, tıpkı çarmıha gerilen İsa gibi bir dinin sembolü olacağı ve Din adamlarının (Yayıncılar) “Yüce Tanrımızın bizleri aydınlatması için gönderdiği Televizyon, 20.yy.’ın barbar ve ilkel insanlarınca anlaşılamamış ve bu insanlar televizyonu öldürmüşlerdir. Şimdi bizler, Tanrımızın karnı olan yol göstericimiz televizyon adına sizlere sesleniyoruz, barıştan uzak durun! Her gün 5lt Coca-Cola, 500ml Nescafe içmeyen bizden değildir vs…” diyecekler ve karşılarına geçmiş huşu içinde onları dinleyen kitle “Amin” diyerek colalarını kafalarına dikecekler, yok “Amin” demesinler, onun yerine “Marlboro” diyebilirler pekâla, ‘Philip Morris’ de olabilir yada en iyisi ‘Shell’ hem kelime anlamı itibariyle de uygun düşer ve sizin gibi marjinal gençler bu kalabalığa uzaktan bakıp, “abi insanlar ne kadar saf yaa, nasıl inanıyolar yani böyle şeylere di mi?” diyerek evlerine gidecek ve ense köklerindeki USB 3.0 soketine bilgisayarlarından çıkan kabloyu takıp, sessiz müzik çalar (evet o gün de benim gibi Türkçe hassası salaklar olacak, siz bula ‘SpmS’ diyeceksiniz ‘espiyemsi’ (Silent Personal Music Station))’ınızdan, son derece marjinal müzik yapan grupları dinleyeceksiniz, “virtual doors”, “mangamatrix”, “computer head” vs. neyse, bu bahsi kısa keseyim, ne de olsa yazmayı planladığım bir roman bu, bitince imzalı bir kopyasını yollarım size, arkadaşlarınıza hava atarsınız.

Saygılarımla.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

'bir yerlere varmamız önündeki en büyük engel varılacak bir yer olduğunu sanmamızdır'dedi tarlos..ve ben, ömrü,göç yolundan kısa bir kelebeğim,vadideki son poleni de böylece küstürdüm..